90’larda Irak’ta gazeteci olarak çalışmıştım.

ABD’yle Irak arasındaki kriz derinleşince acil bir şekilde Ankara’daki Büyükelçilikten kısa süreli bir vize alıp Amman üzerinden Bağdat’a geçmiştim.

Bir süre sonra vizemizin süresi bitmişti.

Ne yazık ki uluslararası toplum ile Irak arasındaki kriz henüz sona ermediği için bir süre daha Irak’ta kalmamız gerekiyordu.

Vizemi uzatmak için Bağdat’ta ilgili kuruma başvurdum.

★★★

Bağdat sokaklarında pasaportsuz dolaşmaktan tedirgin olduğum için günaşırı gidip pasaportumu soruyordum.

Artık görevli çalışan da benden sıkılmıştı.

Beni görür görmez gırtlaktan gelen bir “ğ” ile “ghaddan inşallah” diyordu.

Ghaddanın ne anlama geldiğini bilmiyordum ama “inşallah” sözcüğünü duyunca pasaportumu o gün alamayacağımı anlıyordum.

Ertesi gün, daha önce röportaj yaptığım Türk kökenli Irak Sağlık Bakanı’na gittim ve durumu anlattım.

İlgilenir göründü ve “yarın inşallah” diyerek beni gönderdi.

Saddam Hüseyin’e erişimi olan koskoca bakanın yalan söyleyecek hali yoktu ya...

★★★

Ertesi gün hemen pasaportumu sormaya gittim.

Aynı görevli yine “ghaddan inşallah” deyiverdi.

Artık çileden çıkmıştım. Bir akşam Kerrade North Street dedikleri lüks caddedeki Uday Hüseyin’e ait olduğu söylenen İtalyan restoranında yemek yiyorduk. Durumu gazeteci arkadaşlarıma ve masadaki Türk diplomatlara anlattım.

Biri “Eski Ankara büyükelçilerini hatırlar mısın?” dedi.

Elbette hatırlıyorum. Diplomasi muhabiri olarak çok görüştüğüm biriydi. Bana ismimle hitap ediyordu hatta.

“O’na git” dediler. “Muhaberatın başında şimdi. Saddam’ın en kritik adamı.”

Ertesi gün Irak Enformasyon Bakanlığı’nın günlük 120 dolar karşılığında bana eşlik etsin diye atadığı görevliye sordum. Görüşmek istediğimi anlattım.

Hepimiz bu görevlilerin Enformasyon Bakanlığından değil, muhaberattan olduğunu ve her adımımızı rapor etsin diye görevlendirildiklerini biliyorduk.

Çok uzun süre geçmedi.

“Büyükelçi seni bekliyor” dedi.

★★★

Birlikte Irak İstihbarat Merkezi’ne gittik.

Büyükelçi çok sıcak davrandı.

Kendisine durumu anlattım ve yardım istedim.

“Tomorrow inşallah” dedi ve beni gönderdi.

Ertesi gün yine pasaportumu almaya gittim.

Bu defa kapıdaki görevli farklı davrandı. Masasının çekmecesini açtı, pasaportumu bana uzattı.

Yarı İngilizce yarı Arapça konuştu. “No visa” dediğini anladım.

Sonra çevirmenime bir şeyler söyledi.

“Daha önce İsrail’e gitmişsiniz. O nedenle vize vermemişler. Sınır dışı edileceksiniz” dedi.

Kendimi tutamayıp “Haydaaa!” dedim.

Bana başımın belaya gireceğini ima ederek parmağıyla sus işareti yapan rehberim çaktırmadan büyükelçinin (muhaberat başkanının) notunu iletti:

“Amman’a git, Türk Büyükelçiliği’nden yeni/temiz bir pasaport al, Amman’daki Irak Büyükelçisini aradım. Size vize verecek. O vizeyi alıp Bağdat’a dönebilirsin.”

Aynısını yaptım. Ancak ben Amman’a geçtiğim gün BM Genel Sekreteri Bağdat’a geldi ve ben en önemli haberi yerinde takip edemedim.

Bunları yaşadıktan sonra genel bir kanaatim oluşmuştu:

Bir cümlenin sonunda “inşallah” ifadesi varsa o hiçbir zaman olmayacak.

★★★

Bütün bunları niye yazdım biliyor musunuz?

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 18 Haziran 2024 günü saat 16:06’da paylaştığı şu mesajı görünce aklıma geldi.

Bakanlık kıyı bölgelerindeki çalışmalarını kararlılıkla sürdüreceğini duyururken cümlenin sonuna “inşallah” ifadesini koymayı ihmal etmemişti.

Hep koltukları işgal edenler mi kendilerini devlet sanacak.

Bu defa da bir resmi devlet kurumu kendini insan sanmış ve kıyı bölgelerimizin geleceğini Allah’a havale etmiş.

★★★

Neyse ki Bakanlık bu sosyal medya mesajının aksine son günlerde kıyı bölgelerindeki işgalleri Allah’a havale etmiyor.

Son günlerde birçok plaj işgalci işletmelerden kurtarıldı ve halka açıldı.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, X mesajını benden duydu ve güldü: “Güzel bir temenni cümlesi olmuş.”

Özhaseki, “şaka bir yana” diyerek devam etti:

“Gerçekten kararlıyız. Gücümüz yettiğince, yasal engel çıkmadıkça plajları işgalcilerden kurtarıp halka açacağız. Belediyelere devredeceğiz. İçecek, yiyecek, şezlong, şemsiye hizmetini de onlar versin. Ancak bu hizmetlerden faydalanmak istemeyen vatandaşlar da elini kolunu sallayarak, para ödemeden girip o plajdan faydalanabilsin.”

★★★

Ne dersiniz, belediyeler Bakan Özhaseki’nin bu vaadini yakından takip eder mi?

Yakında parayı bastırıp plajları (onların tabiriyle beach’leri) işgal eden zenginlerden ve yandaş müteahhitlerden “halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” cümlesini duyar mıyız?

Hadi İnşallah!